2 Aralık 2009 Çarşamba

29 Eylül 2009 Salı


Aki Kaurismäki’nin sinemasıyla kuracağınız ilişki biçimi, temel olarak onun filmlerine nasıl yaklaşmanız gerektiğini sorgulamanız üzerinden gelişir. Özellikle ilk kez bir Kaurismäki filmi izliyorsanız, izlediğiniz filmde, size çok tanıdık gelen duyguların, hiç de tanıdık gelmeyen bir anlatımla yaratılışı karşısında şaşırır ve nasıl bir tavır almanız gerektiğine karar veremezsiniz. Evet, yüzünüze, bir türlü atamadığınız o mutlu gülümsemesi yerleşmiştir, ama tamamıyla mutlu bir öykü izlemediğinizden eminsinizdir. Günü “Az önce izlediğim neydi?” diye düşünüp geçirirken, birkaç Kaurismäki filmi daha izleyip aynı süreçten bir kere daha geçince; sorunun yanıt bulamamakla değil, alıştığınız bir yanıt aramakla ilgili olduğunu fark edersiniz. Evet, Kaurismäki sineması zihinlerimizin kolaycılığı sonucu türemiş mutlak karşıtlıklar, mutlak kategoriler üzerinden okunamayacak kadar kendine özgüdür. Üstelik bu kendine özgülük, yeni kategoriler yaratmaktan çok, en kalıplaşmış kategorilerin başlıklarını alıp, aynı noktaya başka ifadelerle de varılabileceğini göstermesinden kaynaklanır. Bu nedenle, Kaurismäki filmlerinde yalnızca aynı ışığı, aynı renkleri, aynı açıları, aynı oyuncuları, vs. kullanmakla yetinmez; tema düzeyinde de benzer sularda yüzer: Finlandiya alt sınıfına mensup işçiler, işsizler, yaşamda beklentilerini gerçekleştiremeyip sonunda yine mutlu olanlar hep filmlerinin merkezindedir. Acıdan mutluluk çıkaran bu karakterlerin durumuyla çok iyi örtüşen kendine has bir mizah ve dram, Kaurismäki’nin stilinin değişmez parçalarıdır. Ancak bu değişmez gibi görünen yapı, aslında o kadar devingen ve de kendine özgüdür ki, yönetmenin tüm filmlerini izleseniz de, hâlâ aynı şeyleri yaparak sizi şaşırtması karşısında şapka çıkarmaktan başka yapacak bir şeyiniz kalmaz. Evet, Kaurismäki bir anlatım ustası; herkesin “‘auteur’ yöentmenler çağı bitti”, “sinemada anlatım bir açmaz içine girdi” dediği bir ortamda ortaya çıkmış ve insanoğlu varoldukça yeni biçimlerin, yeni üslupların mümkün olacağını göstererek sanatın felaket tellalarını susturmuştur. Son filmi “Geçmişi Olmayan Adam”ı bir bütüne doğru evrilen yapıtının, olgun bir ürünü olarak okumak en doğrusu. Usta Finli, bu filminde de, her filminde olduğu gibi, toplumun ‘kötü’ olarak kodladığı bir yaşam kesitini, sokakta yaşayan insanları ele alıyor. Bizi bu kesite sokuşu, yukarıda bahsettiğim, kalıplaşmış kategorileri farklı şekilde kullanmasına örnek teşkil ettiği için oldukça önemli. Özellikle Hollywood’un defalarca kullandığı ve kullanmaya devam ettiği ‘hafıza kaybı’ teması, Kaurismäki’nin anlatımın ana ekseni olarak belirlediği karakteri ‘M’i mutluluğa götüren bir başlangıç olarak filme ekleniyor. Bu anlamda, her zaman bir kâbus olarak kodlanan, kaybeden kişinin sürekli geri almak için uğraştığı ‘hafıza’, “Geçmişi Olmayan Adam”da ‘kurtulunması halinde daha iyi bir yaşam olanağı sağlayan bir yük’ şeklinde sunulmuş. Nereye, niçin geldiğini bilmediğimiz bu karakterin, geldiği yerde gardan çıkar çıkmaz saldırıya uğraması ve hafızasını kaybetmesi, adeta izleyici koltuğunda bizi de filmin bütününe dair hafızasızlaştırıyor. Yönetmen, ana karakterin ve de yan karakterlerin geçmişlerine dair bir bilgi vermeden, bizi adeta öykünün içine bırakıyor. Tıpkı, ‘M’e hafızasını geride bırakma olanağı sunduğu gibi, bize de zihnimizdeki ideal yaşam tasvirinden kaynaklanan önyargılarımızı arkamızda bırakarak filmin içine girme imkânı sağlıyor. ‘M’le birlikte bizim de zihnimizden hep aynı cümle geçiyor: “Farklı bir hayat, neden olmasın?” Filmin sürekli bir şimdinin ve de geleceğin hakim olduğunu atmosferinin yaratımında, Kaurismäki’nin artık alıştığımız mesafeli anlatımının, en şaşırtıcı anları bile donuk gösterebilen üslubunun önemini yadsımamak lazım. Şöyle ki, filmin hemen başında öldüresiye dövülen ve hastanede tıbben (Batı tıbbı) gerçekten de ölü teşhisi konulan ‘M’, ancak bir Kaurismäki filminde bu kadar ani –ama ani değilmiş gibi yapan- bir şekilde, bu kadar yedirilmiş bir öfkeyle yaşama geri dönebilir; sargılarını bir çırpıda açıp, duran onun kalbi değilmiş gibi, kırık burnunu basit bir el hareketiyle düzeltip yaşama geri dönebilir. Biz de izleyici koltuğunda –her zamanki gibi izlediğimizin bir Kaurismäki filmi olduğunu unutarak- “Bu karakter gerçekten öldü mü?”, “Yoksa yaşama geri mi döndü?”, “Hafıza ve kalp durması bir şeylerin metaforu da ben mi kaçırıyorum?” gibi mantıksal çıkarımlarımızı filme dayatmaya yönelik sorularla boğuşur dururuz. Ancak film bitip, Kaurismäki bize aynı gülümsemeyi hediye ettiğinde kendimize gelir ve bunun ‘farklı’ bir dünyayı anlatan ‘farklı’ bir film olduğunu hatırlarız: Bu bir Kaurismäki filmdir; dolayısıyla ne ‘hafıza kaybı’ bildiğimiz hafıza kaybıdır, ne ‘ölüm’ bildiğimiz ölüm...

16 Nisan 2009 Perşembe

açıldıkk D::D:DD: